28 Ocak 2011 Cuma

Operation "BAYKAL"

Her ne kadar Yeni Ankara teorisyenlerinin görüşlerinin çoğuna katılmasam da, Türkiye'nin uzun süredir en azından yarı-bağımsız bir siyaset güttüğü (ekonomik sistemlerin artık iyice iç içe geçtiği ve sermaye akışlarının sınır tanımadığı bu dönemde tam-bağımsız bir siyasetten bahsetmek sadece hayaldir) ve bu siyasetin ABD'yi (veya en azından ABD'deki bazı çevreleri) rahatsız ettiği çok açıktır.

Hilmi Özkök'ün Genelkurmay Başkanı oluşuna AKP'nin iktidara gelmesi de eklenince, 2003'te Tezkere krizi ile başlayan kırılma, 2006'da Halid Meşal'in Türkiye'yi ziyareti ile gittikçe derinleşmiş ve 2008'de Gürcistan krizindeki tavrımız ile zirveye ulaşmıştı.

Gürcistan krizinde NATO'ya ve NATO ülkelerine hiç danışmadan, hatta bilgi bile vermeden doğrudan Rusya ile bağlantıya geçerek sorunu en kısa yoldan çözmeye çalışmamız ABD çevrelerinde büyük bir rahatsızlık yaratmış, sonrasında boğazlardan gemileri geçirmememiz de bu rahatsızlığa tuz biber ekmişti.

Bu dönemde ABD mahfillerinde Türkiye'deki AKP iktidarının kesinlikle devrilmesi gerektiği yönünde yorumlar yapılmaya başlanmış ve bir darbenin bile AKP'ye tercih edilebileceği söylenir olmuştu. En azından işbirliğinin devam edeceğinin hesapları yapılıyordu.

2008 sonlarında göreve başlayan sosyolojik özentili bir bürokrat AKP'nin iktidar olmasının tüm kodlarını çözdüğüne inanmış ve Baykal Efendiye talimat vererek "Din kartını bunların elinden alacaksınız ve eşit şartlarda yarışacaksınız." demişti. Akabinde çarşaflılara rozet takma operasyonu başlamış, ama bu icraat çok yapmacık durduğu için toplum tabanında makes bulmamıştı. O yüzden, her ne kadar AKP'nin 2009 yerel seçimlerindeki oyu (illerdeki seçmenlerin görüşü yerine o illerin milletvekillerinin ve ağalarının görüşünün dikkate alınması ve halktan bir nebze kopulması yüzünden) %38'e kadar düşse de, gene de arkasındaki iki partinin oy toplamından fazlaydı.

Ortada bir terslik vardı ve katı laikçi yaklaşımla ve bu zihniyetle özdeşleşmiş olan Deniz Baykal ile hangi çeşit açılım yapılırsa yapılsın, %25 barajının bile aşılamayacağı artık net olarak görülüyordu. Önce İstanbul'da %37 oy alarak herkesi şaşırtan Kılıçdaroğlu'nun bir ümit olabileceği görüşü ortaya atıldı. Ama ne kadar tartışılırsa tartışılsın, CHP'nin akil adamları Kılıçdaroğlu'nun liderliğinin sıfır olduğu ve bir koyun bile güdemeyeceği inancında oldukları için, bu görüş o dönemde bir tartışma olmaktan öteye geçemedi.

Derken, 2010 yılı Mayıs ayında Türkiye'nin Rusya ile karşılıklı flörtü iyice zirveye çıkınca, yeni bir operasyon başlatıldı ve bu operasyona 6 Mayıs 2010 gecesi saat 24:00 civarlarında internete sızdırılan bir video ile start verildi. Aslında video ilk olarak Metacafe.com'da yayınlanmış, hemen akabinde habervaktim.com internet sitesine haber verilerek onların da yayınlaması sağlanmış, akabinde aktifhaber.com gibi bazı internet siteleri de videoyu yayınlamaya başlamıştı. Ama suç zaten olağan şüpheli olan habervaktim.com'un üzerine yıkılmıştı.

Hükümetin çok hızlı müdahalesi üzerine video bir saat içerisinde çoğu siteden kaldırılsa da, artık sızan sızmıştı ve bu işin geri dönüşü de olmazdı. Üstelik videoyu internete koyanlar devamını da yayınlayabileceklerini ima etmişlerdi. Bu açıkça Baykal'a yollanan "Git" mesajı idi.

Baykal bu operasyonun nereden yapıldığını sezmiş, kesinlikle geri dönemeyeceğini de anlamıştı. Bu yüzden savcılığa şikayette bulunmuş, ama savcı olay hakkında bilgisine başvurmak istendiğinde reddetmişti. Normalde videonun çekildiği ev ve bu eve erişimi bulunanlarla alakalı sorulara cevap vermiş olsa, videoyu sızdıranı bulamasalar bile belki kayıt edeni bulabilirlerdi. Oysa Baykal bunu yapanları bulup açığa çıkarmak derdinde değildi ve bunu yapamayacağını da biliyordu. Kurulan oyuna zoraki olarak o da katıldı.

Önce hiçbir suçu olmadığını bildiği halde, gitmesini en son isteyecek olan ve üstüne kasetin yayılmasını engellemek için elinden geleni yapan hükümeti suçladı. Sonra da aklınca Cemaat ile AKP'nin arasını açmak için Pensilvanya'ya mesaj gönderdi. Bu şekilde birilerinin baş düşman olarak gördükleri en büyük iki gruptan birine el uzatıyor, diğerine silah doğrultuyordu. Bu numara başlarda AKP tabanında bir rahatsızlık oluştursa da, çok fazla büyümedi. Sonrasında da açlık grevleri, geri dön çağrıları, "aday olmayacağım" açıklamaları da bir gün içerisinde buharlaştı ve gökten zenbille inen Kılıçdaroğlu partinin başına geçti.

Mevcut sistemde tüm milletvekillerini, belediye başkanlarını, il başkanlarını ve delegeleri belirlemede Parti Başkanının padişahlık ötesi yetkileri varken, bir gün içerisinde milletvekillerinin çoğunun fikir değiştirmesi, akabinde 81 il başkanından 77'sinin Kılıçdaroğlu'na destek açıklaması çok ilginç durmuştu. Sonrasında 1249'da 1246 delege tarafından aday gösterilmesi de bu ilginçliğe atılan bir başka imzaydı.

Kılıçdaroğlu CHP'de pek bir ağırlığı olmayan ve liderlik yapamayacağı düşünülen bir milletvekili olarak görülmekte iken, bu kadar büyük bir konsensus ile destek alması tesadüflerle veya rüzgarla açıklanamazdı. Birileri kurguladıkları oyunun devamını oynamaya devam ediyor ve bunun için gerekli herşeyi yapmaktan da çekinmiyordu.

Kılıçdaroğlu'na bu "ani" ve "büyük" destek de bu oyunu kuranların ne kadar güçlü olduğunu ve bu operasyonun kesinlikle ülke dışından yönetildiğini gösteriyordu. Zira CHP gibi statükoculuğun zirvede olduğu bir partide 2 günde partinin bugüne kadar savunageldiklerinin tam tersine bir değişimi bu kadar büyük bir konsensus ile gerçekleştirmek, bunu gerçekleştirmek için de yüzlerce insanı tek tek ikna etmek, bu ülkedeki oyun kurucuların tamamının çapını aşan derecede büyük bir olaydı.

Derken beklenen hamle de geldi ve daha önce araya akil adamları koyarak ve kırk dereden su getirerek vazgeçiremedikleri Mustafa Sarıgül bir anda TDH'yi partiye dönüştürmekten vazgeçerek Kılıçdaroğlu'na yol açmak gerektiği kararını verdi. Talih yüzüne gülmüştü ve Tanrı "Yürü ya kulum" demişti ya bir kere, artık kim tutardı Kılıçdaroğlu'nu. Sonra referandum süreci başladı ve Kılıçdaroğlu ilk büyük sınavını burada verdi.

Referandum öncesi performansı alkışlanacak düzeyde idi. Lakin orada da garip bir durum oldu ve kendisi oy kullanamayarak büyük bir prestij kaybına uğradı. Oysa ki ikamet sorunu yüzünden oy kullanamayacağı aylar önceden haber yapılmıştı ve bunu ne şekilde düzeltecekleri de partinin genel sekreterliği tarafından çok iyi biliniyordu. Muhtemelen gerekli düzenlemeleri de yapmışlardı, ama gene de emniyet sübabı olarak bırakmışlar ve oyların açıklanacağı ana kadar beklemişlerdi.

Eğer referandum sonucunda hayır oyları fazla çıksaydı, Kılıçdaroğlu'nun oy kullanamaması diye bir hadise olmayacaktı, ya da olsa bile kimse bilmeyecekti. Ama ikindi civarı ilk gelen sonuçlar ağır bir hezimeti gösterince, akşama doğru olay basına yansıdı ve Kılıçdaroğlu Türkiye'nin gözü önünde rezil edildi.

Büyük bir başarısızlık olmuştu ve muhtemel bir genel başkan değişikliği için ortam da hazırdı. Eğer takip eden günlerde genel başkanın değiştirilmesine karar verilseydi, o fiyasko manşetlerden inmeyecek ve Kılıçdaroğlu da bir manşetle geldiği gibi, bir manşetle gidecekti.

Ama yapılan durum değerlendirmelerinde ellerinde Kılıçdaroğlu'ndan başka bir aday olmadığını, olsa da toplumda kabul görmeyeceğini farkettiler. Bu yüzden hezimetin yükü Kılıçdaroğlu'ndan çok diğer partililere yıkıldı ve fatura özellikle katı laikçi tutumun bir temsilcisi olarak görülen ve muhafazakar kesimden büyük tepki topladığı bilinen Önder Sav'a kesildi.

Normal şartlarda Sav gibi 50 yıldır CHP'ye kök salmış, kolları her yere uzanmış birini tasfiye etmek kolay olmaz ve partinin ortadan ikiye bölünmesiyle sonuçlanırdı. Ama ilginç birşey oldu ve Sav da sessiz sedasız ayrıldı ve yerine mütekaid egemenlerin çok sevdiği ve beğendiği Süheyl Batum geldi. Operasyon tam sürat devam etmekteydi.

Derken Eskişehir'de Yılmaz Büyükerşen ve Ordu'da Seyit Torun'un da gruba dahil edilmesi kararı alındı. Olay açık ve netti. 12 Haziran son meydan savaşı olarak algılanmaktaydı ve tüm kuvvetler tek bir komutan arkasında toplanmaktaydı. Bu kadar yatırımdan sonra en ufak bir aykırı sese bile tahammül gösterilemezdi.

Bu girizgahtan sonra, görünen tablo şudur:

150 yıl önce bir devi yıkmak için binbir çeşit oyun yapan ve devi yere yıktıktan sonra da her tarafından bağlayarak ayağa kalkmasını engelleyenler, dev her ayağa kalkmayı denediğinde onu yeni iğnelerle bayıltıp zincirlerini daha da sıkılaştırdılar. Ama bugün o devin ayağa kalkmasının artık an meselesi olduğunu ve bunu engelleyemediklerini görüyorlar...

Son 4 yıldır yaptıkları tüm savaşları kaybettiklerini ve geri dönüşü olmayan yolu çoktan geçtiklerini de görüyorlar ve bu savaşı kesinlikle ama kesinlikle, bedeli ne olursa olsun kazanmak zorunda hissediyorlar...

O yüzden seçime tek blok olarak girecekleri gibi, karşılarındaki bloğu da ellerinden geldiği kadar parçalamak için bildikleri tüm numaraları deneyeceklerdir. Bu süreçte MHP ve DP'nin oyunu artıracak her oyunun oynanacağını, Saadet Partisi ve HAS Partinin parlatılacağını (ki bu parlatmalar bu partilerin oylarını artıracağına düşürüyor) artık sokaktaki vatandaş da görebiliyor. Şehit cenazeleri artsın diye talimatlar verileceği, bu cenazelerin siyasi şovlara dönüştürüleceği de herkesin malumu. (Bu arada anti parantez belirteyim, bir Batı ülkesinde yaşıyor olsaydım, zevahiri kurtarmak için her kesimden vitrin adayı alan ama realitede kendinden başkasını dışlamakta eline su dökülemeyen AKP yerine, bu saydığım partilerden birine oy verirdim. Ama seçimin bir varoluş savaşı haline getirildiği şu mevcut ortamda bunu yapamıyorum.)

Bundan öte benzer bir kaset olayı ile MHP'de bir yönetim değişikliği deneyebilecekleri, belki NKZ'nin MHP'nin başına getirilmesi veya MHP-DP ittifakı, Saadet-BDP ittifakı gibi değişik yöntemler deneyebilecekleri de muhtemelen hesap ediliyordur.

Bu süreçte taşımalı sistemle öğrenci eylemleri yaptırmaya devam edecekleri, Türk-Kürt, Alevi-Sünni çerçevesinde iç savaş çıkarmaya çalışacakları, hazırda beklettikleri 44 eşli sahte şeyhlere nümayişler yaptırmayı deneyecekleri, laiklik ve yaşam tarzı ekseninde tartışmalar başlatacakları ve en ufak olayları bile büyüterek sorun yapacakları da biliniyordur.

Seçime yaklaşıldıkça AKP'nin yolsuzluk dosyalarının ortaya çıkarılacağı, parti içinden aykırı seslerin yükselmesi için gerekenlerin yapılacağı, adaylık sürecinde bile il teşkilatlarında gürültü koparılacağı ve ayrılık tohumlarının ekilerek sulanacağı da biliniyordur.

Burada asıl hesap edemedikleri nokta şudur: Birileri AKP'yi mühendislik yaparak devirmek için uğraştıkları müddetçe büyük bir tepki oluşuyor ve bu süreç halkı AKP'nin arkasına itiyor. Zira halk vicdanında AKP'nin anti-demokratik yollarla yıkılması halinde tekrar eski süreçlere döneceğini hissediyor ve içgüdüsel olarak bir tepki oluşturuyor. Normal şartlarda hayatta AKP'ye oy vermeyecek seçmen bile zoraki olarak kendisini AKP'ye oy vermek zorunda hissediyor.

Oysa biraz kendi haline bıraksalar, AKP artık çağın gereklerini karşılayamaz hale geldiği için doğal bir süreçte yerini ya yenilikçilere ya da yeni partilere bırakacak ve tüm diğer eski partiler gibi siyaset sahnesinden silinip gidecek...

Yenilikçiler derken de bir grubu kastediyor değilim. Sadece 50'lerin nesli yerine 70'lerin, 80'lerin nesli gelecek ve bu nesil, internet başta olmak üzere kendi büyüdükleri dönemin iletişim araçları sayesinde Batı ile ve Batının demokrasi kültürü ile daha entegre bir halde yetiştikleri için, körlemesine ideolojik tartışmalar yerine hizmet odaklı tartışmalara girecek ve ülkeyi yönetmekte ve oy istemekte ana eksen artık hizmet metodları ve programları haline gelecek.

Boğaza nazır mekanlarda keyfince içki içmek isteyen vatandaşın da bir talebi vardır, başörtüsü ile okumak veya çalışmak isteyen vatandaşın da. Camiye veya cemevine giden veya ikisine de gitmeyen, farklı dil konuşan veya konuşmayan, ister kafasını kazıtan, ister sakal bırakan... Bu ülkenin vatandaşı olan herkesin oyları ve dolayısıyla vatandaşlık hakları eşittir ve devlet bu vatandaşlara hizmet için kurulmuş bir kurumdur ve bu hizmet taleplerini karşılamak için vardır. Yoksa devlet vatandaşların hayat tarzlarını düzenleyen bir regülasyon kurumu değildir. Bu anlayış Batı'da böyledir ve yakın bir zamanda Türkiye'de de böyle olacaktır.

Böyle bir siyasi ortam oluştuğunda mevcut sistemdeki ideolojik eksenli partilerin, AKP de dahil olmak üzere yaşama şansları yoktur... Bu ortam ise, Türkiye kendi haline bırakıldığı takdirde çok kısa bir süre içerisinde gelişebilecek bir ortamdır... Ama mevcut durumda AKP'yi zorla yıkmak için atılan her adım boşa gidecek ve kurulan her tuzak dönüp tuzağı kuranları vuracaktır...

Umuyorum bu Haziran'da yaşayacakları hezimetten sonra hatalarını değerlendirdikleri zaman, çözümü onlar da görürler ve artık ülkeyi kamplaştırmaktan vazgeçerek, herkesin toplumun tüm fertlerini sadece kağıt üzerinde değil, kendi kafalarında ve kalplerinde de eşit bireyler olarak gördüğü ve bunu içselleştirdiği bir ortamın hazırlanmasına el birliği ile yardım ederler. Aksi takdirde bu kamplaşmanın sonucu kendi başlarını yiyecektir. Bunu da tehdit amacıyla değil, samimane kendilerini korumak amacıyla söylüyorum.

Görelim mevlam neyler, neylerse güzel eyler.

19 Ocak 2011 Çarşamba

Yeni Anayasayı Halk Yapsın

9 Şubat 2010 Tarihinde Demokrat Yargı Derneğine yazdığım mail:
--------------
Sn. Başkan Doç. Dr. Osman Can ve Sn. Demokrat Yargı Mensupları,

Bildiğiniz gibi mevcut iktidar yeni bir Anayasa yapmaktan aciz durumda. Belki milletvekillerine güvenmiyorlar, belki de Yüksek Yargıya... Belki korkuyorlar, belki de istemiyorlar... Bilemiyorum.

Ama yeni bir Anayasayı hükümet yapamıyor diye ilanihaye 1982 Anayasasına mahkum kalmayı da içime sindiremiyorum.

O yüzden bir önerim var. Aklınıza yatarsa değerlendirin ve fikir öncülüğünü de siz yapın isterim.

Şöyle ki:

YENİ ANAYASAYI HALK YAPSIN...

Önce sağlam bir taslak hazırlansın. (Taslak ABD Anayasası gibi çok kısa olsun. 10-15 Madde belki... Birey odaklı olsun ve temel hak ve özgürlükleri teminat altına alsın yeter... Ana esasların dışında kalan her çeşit detay zaten yasalarla düzenlenmesi gereken şeyler olacağı için Anayasada yazılmasının çok bir mantığı yok bence...) Bu taslak çalışmasında Prof.Dr. Özbudun ve ekibinin hazırladığı mevcut taslak da kullanılabilir.

Sonrasında "yenianayasa.gov.tr" tarzı bir internet adresi açılsın ve sayfa içeriği olarak da Taslak Anayasanın tüm maddelerinin ayrı ayrı tartışılabileceği güzel bir forum yapısı oluşturulsun. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan herkese, din-dil-ırk-yaş-cinsiyet-eğitim vs. ayrımı yapmadan bu maddeler üzerinde yorum yapma, tartışma ve oylama yapma hakkı verilsin. Bu yorumları küfür-hakaret, konuyla alakası olmama gibi uygunsuzluk durumlarına göre objektif şekilde değerlendirecek ve yayınlama onayı verecek tarafsız bir ekip kurulsun... (Tabi bu web sitesinin yönetimi ve güvenliği için IT sektöründen uzman personel görevlendirilmesi de ihmal edilmesin... Forumda tek kişinin tek kullanıcı açabilmesini sağlayacak bir kayıt sistemi getirilsin ve DoS tarzı yüzlerce farklı isimle yüzlerce yorum yazılarak forumun sabote edilmesi tarzı engellemelere karşı da önlem alınsın.)

Taslak Maddelerin her biri kendi başlığı altında tek tek tartışılsın ve her madde için en tepede bir oylama menüsü olsun. Maddelere yapılan yorumlara da + - şeklinde "Bu yoruma katılıyorum" tarzı destek verebilme eklensin.

Sonra 3 ay süreyle bu Taslak üzerinde tartışılsın. Türkiye'de ne kadar hukukçu, entellektüel, yazar, hoca, mimar, mühendis, doktor, eczacı, işçi, memur vs. vs. varsa gelsin ve yorum yapsın. Zihni Sinir tipler ve Şeytan Avukatlığı yapabilecek olanlar buyursun gelsin ve bu taslaktaki yasaların hangi tür yorumlara açık olduğunu ve nasıl atlatılabileceğini düşünsün ve ona göre bu yollar kapatılsın. 

3 ay sonra bu yorum ve oylamalara göre 2. bir taslak oluşturulsun ve bu taslak tekrardan tartışılmak üzere aynı şekilde foruma konulsun.

2. Taslak da bir 3 ay boyunca tartışıldıktan sonra yasaya son hali verilsin ve sonrasında Meclis kanalıyla referanduma gidilsin.

Eğer bu yol izlenirse, toplumun şekil verdiği, toplumun ihtiyaçlarına dayanan ve toplumun zaten onayladığı bir Anayasaya kimsenin de itiraz hakkı olamaz diye düşünüyorum.

Bilgi çağının bu derece ilerlediği günümüzde bu tarz bir uygulamanın teknik açıdan son derece kolay yapılabileceğini de eklemek isterim.

Politik olarak da böyle bir teklife hiçbir aklı başında siyasetçinin itiraz edemeyeceğini, itiraz etmeye kalkanların da toplumda çok büyük itibar kaybına uğrayacağını da düşünüyorum. Sonuçta dağdaki çoban veya 5 yaşındaki çocuk değil, belli bir kültür seviyesine sahip olduklarını interneti kullanabilmeleriyle ispatlamış olan bireylerin hazırlayacağı bu tarz bir taslağa da "göbeğini kaşıyan adamların yaptığı anayasa" yakıştırması da yapılamaz kanaatindeyim.

Bence üzerinde bir düşünün... Mantıklı gelirse de alın ve aynen kendi fikriniz gibi ortaya sürüp savunun... Biz de elimizden gelen her türlü desteği verelim.

Yoksa bu işi siyasilere bırakırsak, bu ülkenin Laik, Demokratik, Sosyal bir Hukuk Devleti olma özelliği, tek ayaklı topal bir fil gibi kalmaya devam edecek...

Saygılarımla,

13 Ocak 2011 Perşembe

Askeri İhaleler

Herkesin bildiği meşhur askeri ihaleler vardır. Şaibeli olup olmadıkları yıllardır tartışılan bu ihaleleri kısaca sıralayalım:

1. F4 Phantom Modernizasyonu:
Tanesi 2.4 milyon$ olan F4 Phantom uçaklarının ihalesi, 1997 yılında 54 adedi 632 milyon$ olmak üzere İsrail'e (Israil Aerospace Industries-IAI) verilmişti (aslında ihale tarihi Ağustos 1995'tir. İlk uçağı teslim aldıkları ve işin başladığı tarih Şubat 1997'dir). Bu uçaklar sıfırının 5 katı fiyatına, tanesi 12 milyon$'a modernize edildiler.


Akabinde Halil İbrahim Fırtına Beyefendi ilk modernize edilen uçak Türkiye'ye teslim edildiğinde bu uçağa bizzat binerek İsrail'e gitmiş ve bu jestle İsrail'in yaptığı işe ne kadar güvendiğimizi (!) göstermişti...

2. M60 A1 Tankları Modernizasyonu:
2000 yılında 170 adedi 687 milyon$'a gene İsrail'e (IMI-Israil Military Industries) verildi. Tanesi 4 milyon$'a mal oldu. Oysa bu paraya 60 model tankları modernize edeceğimiz yerde rahatlıkla yeni tanklar alınabilirdi.

3. Heron İhalesi:
2005 yılında 10 adedi 183 milyon$'a, gene İsrail'e verilmişti. O dönemde TAI'nin de bunları yapabileceği, TÜBİTAK-Bilten'in de bu proje üzerinde çalışabileceği konuşulmuş, muhtemelen Vestel de bu tartışmalara katılmıştı. Ama acil ihtiyaç var diye ihale IAI'ya verildi...

Oysa ilk parti uçaklar 3 yıl gecikmeli olarak 2010 yılında teslim edildi ve hala da bu heronları doğru düzgün teslim alabilmiş değiliz...

Bu üç ihalenin de ortak noktası, teslimatların gecikmesi ve teslim alınan ürünlerin şartnamelere uymaması, ama buna rağmen İsrail'e bir cezai yaptırım uygulanmaması idi.

Bunların dışında iki ihale ile alakalı çok fazla bilinmediğini düşündüğüm iki durum var.

1. ATAK Helikopter İhalesi:
Yıllardır yılan hikayesine dönen, defalarca iptal edilen, ertelenen ve en sonunda İtalya'ya verilen meşhur saldırı helikopteri ihalesi... Bilinen kısmı medyadadır. Bilinmeyen kısmı ise Güney Afrika'nın bu ihalede yaptığı tekliftir. Şöyle ki:

"Helikopter fabrikasını Türkiye'de kuralım. Sizin mühendisleriniz ve bizim mühendislerimiz ortaklaşa üretim yapsın. Bu esnada sizin mühendislerinizi de eğitelim. 50+40 (opsiyonel) helikopter teslim edildikten sonra herşeyi size devredelim. Teknolojisini de komple transfer edelim, üstüne lisansını da verelim. Akabinde üretime devam edin ve hatta isterseniz ihracatını bile yapın."

Teklif aynen buydu. Helikopterleri Rooivalk idi ve Agusta'nın A129 Mangusta'sından çok daha üstün bir helikopterdi... (Kıyasını merak edenler: http://en.wikipedia.org/wiki/Denel_AH-2_Rooivalk vs http://en.wikipedia.org/wiki/Agusta_A129_Mangusta )

O arada Eurocopter (onlar da -sanırım Tiger ile- ihaleye katılıyorlardı ama ya teknoloji transferinden ya da teknik yetersizlikten elenmişlerdi) bir kuyruk parçası üzerine itirazda bulundu hatırladığım. Denel'e o parçayı kendileri veriyorlardı ve lisans yasağı koyarız gibi bir itiraz yapmışlardı. Denel bu sorunu çözebileceğini söylemiş ama nedense dikkate alınmamıştı.

ABD'liler teknoloji transferini kabul etmedikleri (kongre itiraz etmişti hatırladığım) için elenmiş, sonrasında gelerek AH-64 Apache'leri yarı fiyatına bize verebileceklerini, yeter ki tekliflerini kabul etmemizi rica etmişler, ama reddedilmişlerdi. Sikorsky de gelip gitmiş, Ankara'da tur üstüne tur atmıştı. Ruslar da Kamov'un KA-50-2'si ile (sonradan Erdoğan adını koyacaklarını söyledikleri) ihaleye katılıyorlardı ama onlar da baştan elenmişlerdi.

En son aşamaya hatırladığım kadarıyla 2 firma kalmıştı. Denel ve Agusta. Denel'in teklifi hatırladığım kadarıyla 1 milyar$, Agusta'nın teklifi de 1.4 milyar$ (opsiyonsuz fiyatlar) idi.

Rooivalk A129'dan çok daha iyi bir helikopter olmasına (Helikopter pilotları olan genç nesil Kara-Pilotlara sorun bu iki helikopteri. Tamamına yakını Rooivalk'ı tercih edecektir.), fiyatı daha düşük olmasına ve teklif şartları da daha önce hayal bile etmediğimiz kadar iyi olmasına rağmen, bu ihale Agusta'ya verilmişti... Gerekçe muhtemelen siyasiydi... Avrupa Birliği...

Ama kaçan balık kaçmıştı bir kere...

(Bu arada Güney Afrikalıların bizi çok sevdiklerini ve her halükarda işbirliği yapmak istediklerini de bir kenara not edin. Tabi Güney Afrika'nın Afrika'da bir küçük İngiltere olduğunu ve Johannesburg'un da NY gibi bir şehir olduğunu da "Afrikalıdan helikopter mi alınırmış" diyebilecek arkadaşlara hatırlatalım. Meraklısına: http://en.wikipedia.org/wiki/Johannesburg )

2. Al Khalid (El-Halit) Tankları
Rusların T72'si üzerine geliştirilen Çinlilerin T90 tankları temel alınarak üretilmiş Pakistan tankıdır. (Meraklısına: http://en.wikipedia.org/wiki/Al-Khalid_(tank) )

2005-2006 civarında geldiler ve şu teklifi yaptılar:
"Sizin de bildiğiniz gibi bizim El Halit tanklarımız var. Gelin beraber üretelim bu tankları. Ortak bir isim verelim. Bizim motor teknolojimiz ve zırh teknolojimiz iyi, ama elektronik sistemlerimiz zayıf. Atış kontrol sistemleri vs. çok gelişmiş değil. Sizin Aselsan gibi bir kuruluşunuz var. Beraber bu tankı çok iyi bir noktaya getirebiliriz. Sonrasında ortaklaşa üretir ve istediğimiz kadar da ihraç ederiz."

Ne yaptık biliyor musunuz? Bir adet tank istedik. Sonra sahaya gönderdik test için. Test sonucunda isabet yüzdeleri çok düşük (%60'ın altında kalmıştı hatırladığım kadarıyla), bu bizim işimizi görmez diye rapor düzenlendi. Akabinde Almanya'dan Leopar tankları siparişi verildi...

Oysa adamlar kendileri söylemişti "atış kontrol sistemlerimiz iyi değil" diye... Sonra da oturun düşünün, İran bile Savunma Sanayiinde hangi aşamaya gelmişken, biz neden hala yerlerde sürünüyoruz diye...

(Pakistan'dan tank mı alınır diyeceklere: Şu an için Al-Khalid tankları dünyanın en iyi tankları arasında sayılmakta...)

Bunlar benim bildiklerim... Daha neler neler (Brezilya'nın bize yaptığı eğitim uçakları teklifi ve bizi aşırı seven G.Kore'nin her sene tekrarladığı "Her çeşit askeri/teknolojik işbirliğine açığız" tekliflerinin kaale bile alınmaması gibi) geçmiştir başımızdan Allah bilir...