13 Şubat 2011 Pazar

Ferdi Günahlar ve Kurumsal Kimlikler

İsra Suresinde muhteşem bir hukuk kaziyesi olarak şu ifade geçer: "Vela teziru vaziretun vizra uhra"-"Kimse başkasının günahıyla günahlanmaz."

Bu ayet umumidir ve kapsamı da geneldir. Bir insan ne etnik kökeninden, ne aidiyet hissettiği topluluktan, ne de içinde bulunduğu kurumdan ötürü sırf arada illiyet bağı var diye suçlanamaz ve günahkar sayılamaz.

Benzer şekilde bir insanın bir günahı da şahsını umumi günahkar yapmaz. Günahlar da kendi fiil kayıtları içinde kalırlar ve bireyin tüm diğer fiillerini günahkar yapmazlar.

Konunun kavramsal yönünü bir kenara bırakıp basit örnekler vermek gerekirse:

* Bugüne kadar bize düşman belletilen sair milletlerin ve dinlerin mensupları, sırf atalarının işlediği veya işlediği iddia edilen günahlardan ötürü günahkar sayılmaktadır. Bu yanlıştır, çünkü İslam'da "Hz. Adem'in günahı herkese paylaştırılır" tarzı yaklaşımlara yer yoktur. Babanın işlediği günahtan çocuk sorumlu tutulamayacağı gibi, ataların suçlarından da torunlar sorumlu tutulamazlar.

* "Müslüman Terörist", "Yahudi Terörist" gibi kavramlar kullanılamazlar, zira hiçbir dinde teröre yer olmadığı için bu suçu işleyenlerin yaptıkları bir dini ve o dinin milyonlarca mensubunu bağlamaz.

* Herhangi bir sosyal topluluk (örn. cemaatler) mensubunun yaptığı bir hata, eğer o topluluğun düsturları içerisinde yer almıyorsa, sadece o bireyi bağlar ve ferdi bir hatadır. Örneğin bir topluluk içinde, o ülkedeki hırsızların oranı kadar hırsız varsa, o topluluğa mensup birilerinin hırsızlığı o topluluğa atfedilemez. Hata yaygın bile olsa bu durum değişmez. Zira her topluluğu bireyler oluşturur ve bireyler yaygın olarak günah işleyebilirler.

* Günah bir kurumun veya kurumsallaşmış bir yapının mensupları tarafından işlendiğinde, eğer o kurumsal yapının düsturları içerisinde böyle bir günaha yer yoksa, günahı işleyen birey kurumsal kimlik ile beraber anılamaz. Örneğin "İmam içki içti", "Yüzbaşı tacizci çıktı", "Polis banka soydu" gibi ifadeler çok yanlıştır ve kullanılmamaları gerekir. Zira bahsi geçen günahların tamamı bireysel günahlardır ve o günahları işleyenlerin ait oldukları kurumsal yapıları bağlamazlar.

* Atfedilen bir suç kurumsal kimliği ilgilendirdiği durumlarda (meslek suçları gibi), sırf olayı tanımlamak için kurumsal kimlikle beraber kullanılabilir. Ama suçun ferdiliği kavramına özen gösterilmeli ve kurum karalanmamalıdır. Örneğin "Trafik Polisi rüşvet alırken yakalandı" denilebilir ama "Bir Trafik Polisi daha rüşvet alırken yakalandı" veya "Manav, Trafik Polisine rüşvet verirken yakalandı" denilemez.

* Hırsızlık yapan birinin aynı zamanda yalancı olduğu veya adam yaralayan birinin aynı zamanda gaspçı olduğu farzedilemez. Aynı şekilde Ramazan'da akşam rakı sofrası kuran bir insanın günahı doğrudan diğer fiillerini bağlamaz ve onları nakzetmez. Bu insan içki içiyor diye orucunun geçersiz olduğu farz edilemez veya o konuda samimiyetsizlikle veya benzer kusurlarla suçlanamaz.

Bütün bu kaideler ortada dururken, son yıllarda bazı kurumlar içerisindeki gizli saklı defterler açığa çıkmaya başladı diye o kurumların tamamını karalamak da çok yanlıştır. Bu kurumların mensuplarının hatalarından bahsederken tamlamalar düzgün kurulmalı, vurgular düzgün yapılmalıdır. "Korgeneral Hasan" darbe planlayabilir ama kırmızı ışıkta geçen "Hasan Bey"dir. "Hakim Celal" adam kayırabilir ama alem yaparken yakalanan "Celal Bey"dir.

Benzer şekilde bin tane darbeci yüzünden yüzbin subay-astsubay, yüz tane hukuk tanımaz yüzünden onbin hakim-savcı töhmet altında bırakılamaz. Örneğin 60 ihtilalini yapan TSK değil, 10 tane cuntacı subaydır. Darbeden sonra da 306 generalden önce bir kısmını tutuklatmış, sonra 235 tanesini de tek seferde emekli edip geriye 24 general bırakmışlardır. Bu arada 4171 subayı da emekli etmişlerdir. Durum böyle iken, "60 ihtilalini yapan ordu" diye bir ifade kullanılamaz, zira cuntacılar o orduya da darbe yapmış ve mensuplarının çoğunu tasfiye etmiştir. Aynı şekilde pratikte bir darbe toplantısı olan, ama resmiyette bir plan semineri olan toplantıya katılanların tamamı da "darbeci" diye etiketlenemez, zira hem aralarında görev icabı katılmak zorunda olanlar vardır, hem de hepsi darbeci olsaydı o plan semineri dışarıya sızmazdı ve belki de başarılı olurdu.

Türk Ordusu içerisinde cuntacılar, darbeciler ve millete ihanet tuzakları kuranlar da mevcuttur ama subayların büyük bir kısmı bu ülkenin şerefli evlatlarıdır. Sessiz çoğunluk bir kenarda dururken, kurumlar azgın azınlıklar ile özdeşleştirilmemelidir. Bugüne kadar milyonlarca şehit ve gazi vermiş bu Peygamber (SAV) Ocağının kurumsal kimliğini zedelememeye özen göstermelidir.

Bu hususlar çok önemlidir zira koca bir kurumu töhmet altında bırakacak şekilde davranmak, hem o kurumun mensupları ile halkın arasında bir mesafe açar ve kurumu halktan koparır; hem de o kurumun tüm mensuplarına iftira atmak kadar ağırdır ve bunu yapan şahıs, o kurumun tüm mensupları ile teker teker helalleşmeden kendisini temize çıkaramaz.

Özetle:
Günahlar ferdidir ve nakledilemezler.


PS: Blogdaki tüm yazılarım ortada iken bu yazıyı Ergenekon savunuculuğu olarak görecek bir kısım körlere de tek kelime ile "selametle" diyorum...

11 Şubat 2011 Cuma

Hiç Ölmeyecekmiş Gibi Dünyaya Çalışmak

"Hiç ölmeyecekmiş gibi dünya için, yarın ölecekmiş gibi ahiret için çalış" diye bir söz halk arasında çok meşhurdur ve hadis olarak bilinmektedir. Lakin başta Kütüb-i Sitte olmak üzere sahih hadis kitaplarında böyle bir hadis yoktur ve hadisin lafzı da İslamın temel kaidelerine uymamaktadır.

Gene de bir ihtimale binaen hadisi reddetmekten çekindiğim için açıkça yalan veya uydurma hadis demeyeceğim, ama onun yerine varlığı kesin olan bir ayeti, Bediüzzaman'ın İşarat'ül İ'caz ile ortaya koyduğu tefsir metodolojisine göre elimden geldiğince tefsir edeceğim:

Kasas Suresi, 77. Ayet: "Vebtagi fi ma atakellahu eddarel ahireh, vela tensa nasibeke mineddunya" -"Allah'ın sana verdiği her şeyde ahiret yurdunu ara. Dünyadan da nasibini unutma."


Bu ayeti iki kısma ayırırsak, ahiretle alakalı kısmı şu şekilde tefsir edilir:
1. Ayette aramak fiili için kullanılan "ibtiga", Türkçe'ye de geçmiş olan "rağbet"le aynı köktendir ve bugüne kadar yazılmış en kapsamlı Arapça Sözlük olan Edward William'ın 8 Ciltlik Lexicon'unda "to search for/seek - diligently, studiously, sedulously, earnestly" olarak tanımlanır. Yani sadece aramak değil, "özenle, titizlikle, ısrarla ve samimiyetle aramak" demektir.
2. "Fi", "içinde" demektir. Ahiret yurdu her şeyin içinde, kapsamında aranmalıdır.
3. "Ma" burada "ne olursa olsun (whatever)" anlamındadır ve kısıtlamaları kaldırmak içindir. Yani "her şey" bu kapsama dahildir.
4. "Atakellah", "Size Allah'ın verdiği" demektir ve sizin sahip olduğunuzu zannettiğiniz herşeyi Allah'ın verdiğini ve mülkün hakiki sahibinin sadece Allah olduğunu belirtir. Bu ifade ile de mülkiyetiniz olmayan birşeye şiddetle bağlanmanın da manasız olduğuna işaret eder.
5. "Dar-el ahiret", "Ahiret yurdu, ahiret evi" demektir ve dünyadaki hayatımızın geçici olduğunu ve asıl vatanımızın ahiret yurdu olduğunu vurgular.

Dünya ile alakalı kısmı da şu şekilde tefsir edilir:
1. "La tensa", "unutma" demektir. Yani dünyaya gösterilecek özen, sadece unutmamak seviyesinde olmalıdır.
2. "Nasibeke", "nasibin" demektir. Yani elde edeceğimiz şeyin ancak nasibimiz olacağını ve biz istesek de istemesek de nasibimizden fazlasını veya azını elde edemeyeceğimizi vurgular. Üzerimize düşen sadece elimizi uzatıp nasibimizi almaktır.
3. "Min", "ba'zılaştırma - bir kısmını ayırma (from)" ifade eder. Yani dünyadan payımıza düşenin dünyanın sadece bir kısmı olduğunu, tamamını kapsamadığını belirtir.
4. "Dünya" ise "dun","aşağı, alçak" kökünden gelir ve dünyanın kıymetini belirtir. Denaat, tedenni, edna gibi kelimeler de aynı kökten türetilmiştir ve alçaklık/aşağılık, alçalmak, en alçak/en aşağı gibi manalara gelirler. Yani dünya öyle özenle rağbet edilecek bir yer değil, (ahiret yurduna kıyasla) aşağı bir mekandır.

Bu iki parçayı birleştirirsek, ayetin tefsiri şöyle olur:
"Allah'ın lütfu ile size verdiği her şeyin ama her şeyin içinde özenle, titizlikle, ısrarla ve samimiyetle asli yurdunuz olan ahiret yurdunu arayın. Bu arada ahiret yurduna kıyasla aşağı bir yer olan ve kalbi alakaya değmeyen dünyadan sizin payınıza ayrılmış olan nasibinizi de unutmayın ve elinizi uzatıp alın."

Şimdi alın bu ayeti, baştaki cümle ile kıyaslayın. Arada dağlar kadar fark vardır..

Tefsirde kusur varsa eksik bilgime aittir. En doğrusunu Allah bilir...

4 Şubat 2011 Cuma

27 Nisan Muhtırasını Kim Yazdı

Önsöz:
E-muhtıra olarak da meşhur olan 27 Nisan muhtırası üzerine bugüne pek çok spekülasyon yapıldı.

Muhtırayı aslında Yaşar Büyükanıt'ın yazmadığı; o dönem Genelkurmay II. Başkanı olan Ergin Saygun'un veya Kara Kuvvetleri Komutanı olan İlker Başbuğ'un yazdığı ve kendisinden haberli veya habersiz olarak internet sitesine koydukları; veya bir akademisyenin yazıp getirdiği ve Yaşar Büyükanıt ile (veya gene diğer Orgenerallerden biri ile) beraber internet sitesine koydukları gibi enva-i çeşit iddia ortaya atıldı. Bunun yanında sayfanın kaynak kodundaki (source code) META DATA'lar içinde "Kara Kuvvetleri Komutanlığı" ibaresinin göründüğünü ama sonradan bunun silinerek düzeltildiğini iddia edenler de oldu.

Yaşar Büyükanıt'ın televizyona çıkıp açıkça "Ben yazdım." demesi haricinde bu iddialardan herhangi birini teyid edebilen ya da belgeleyebilen çıkmadı. Ben de bir vatandaş olarak kendi araştırmamı kendim yapayım dedim.

Sonucu doğrudan yazıyorum. Merak eden yazının devamını da inceleyebilir.
%99.9 kesin olan şudur: Muhtıra Büyükanıt'ın katkısı olmadan hazırlanmamış ve onun bilgisi haricinde verilmemiştir. Büyükanıt da muhtırayı yazarken %90 TSK içinden ve/veya dışından yardım almıştır.

METODOLOJİ (Değerlendirmede kullandığım sistematiği merak etmeyenler ve sıkılacağını hissedenler bu kısmı atlayarak doğrudan SONUÇ kısmına geçebilir):

XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX
Her ne kadar pek fazla bilinmese de, bir yazının karakteristiği de bir insanın el yazısı gibidir. Nasıl ki milyarlarca insanın parmak izleri birbirinden ayrı yaratılmışsa, nasıl ki iki insanın imzası birbirine benzemiyorsa, yazı veya konuşma karakteristikleri de öyledir. Bu konuda bir bilim var mıdır veya daha önce bir yazının kime ait olduğunu kapsamlıca araştırmak gerekmiş midir bilemiyorum. Belki istihbarat servisleri imzasız mektupları veya şantaj-tehdit vb. yazılar için bu tarz bir metod kullanıyordur. Ama bu makaleden sonra bu tarz bir değerlendirmenin yapılabilir olduğunun kabul edileceği kanaatindeyim...

Bir kelimeyi 8 harfle sınırlasanız, 29 harf kullanarak yazabileceğiniz kelime sayısı 1 trilyon civarında olur. Bu kadar kelime de, bütün kelimeleri farklı olacak şekilde 100bin kelimeden oluşan 10 milyon farklı dil oluşturmaya yeter. Bir sayfayı rasgele karakterlerle doldursanız, yazılabilecek farklı sayfa sayısı kainattaki atomların adedi kabul edilen 10^80'den fazladır.

Normalde bir insan derdini 5bin kelime ile anlatabilecekken, İngilizce gibi bir dilde 1 milyondan fazla kelime olması, farklı kelime tamlamaları ile anlatılabilecek ibareler için tek kelime kullanılması ile açıklanabilir. Bunun yanında bazen ufak nüanslarla birbirinden ayrılan, bazen de tamamen aynı anlama gelen binlerce kelime vardır. Bir insanın konuşurken veya yazarken derdini anlatmak için seçebileceği kelime dizeleri ve bu kelimeleri yan yana getirme üslubu, dünyadaki tüm insanlar için farklı olabilecek kadar geniştir.

Misal normalden büyük bir adam gören birisi bunu "iri yarı", "dev", "izbandut", "ayı gibi", "öküz gibi", "shaq o'neil kadar iri" gibi belki 100 farklı şekilde anlatabilir. Örnek vereceğini ifade edeceği zaman, "misal", "mesela", "örneğin", "örnek vermek gerekirse", "farzedelim", "farz-ı muhal", "atıyorum", "diyelim ki".. gibi 100 farklı kelime öbeği kullanabilir. Böyle iki farklı ibareyi yan yana getirseniz, "atıyorum dev gibi bir adamla karşılaşsan.." tarzı bir ifadeyi belki 10bin farklı şekilde yazabilirsiniz..

Her birinin sadece 1 adet eş anlamlısı bulunan 20 farklı kelimeyi "küçük otomobil" ve "ufak araba" gibi farklı şekillerde kullanacak olsanız, karşınıza 1,048,576 adet kombinasyon çıkar. 100bin kelimelik bir dilde, 15 kelime ile kurulabilecek farklı cümlelerin sayısı, bırakın dünyadaki tüm sayfaları ya da harddiskleri, dünyanın tüm atomlarını birer harddisk yapsanız, onun bile içine sığmayacak kadar fazla olur.

Özetle, 27 Nisan Muhtırası 594 adet kelimeden oluşuyordu... Bu kadar kelime kullanacağınız bir yazıda, o yazıda anlatılmak istenen ifadeyi belki 1 milyar farklı şekilde yazabilirsiniz...

O yüzden her insanın günlük hayatta kullandığı kelime haznesi hem sayı olarak, hem de içerik olarak birbirinden farklıdır ve o insan için bir nevi imza gibidir. Tabi ki ortak çok fazla yön vardır ama, ayırt edici yönleri iki farklı üslubu ayırmaya yeter. Örneğin kelime kullanım frekansları kişiden kişiye değişir. "Husus" kelimesini kimi insan 5000 kelimede bir kullanırken, kimi 500 kelimede bir kullanabilir, kimi de hiç kullanmaz, onun yerine "durum" veya "nokta" gibi farklı bir ifade kullanır. 2004'ten beri görev yapmış 4 Genelkurmay Başkanı arasında "hakikaten" kelimesini tek bir tanesi kullanırken, aynı general "gerçekten" kelimesini de diğerlerine göre 10 kat sıklıkla kullanabilir.

Bunun yanında bir insanın karakteri de konuşma veya yazma üslubuna yansır. "Sizi temin ederim ki", "Emin olun", "Şunu çok iyi bilin" tarzı ifadeler hem birbirinden farklıdır, hem de kendine güveni az olan veya söylediği şeyin karşısındaki kişi tarafından doğru kabul edilmeyeceğini düşünen, sözlerine "hadi canım sen de" gibi tepkiler almaya alışmış birinin üslubu olabilir. "Şundan eminim" gibi bir ifade ise, kendine güvenen ve söylediği sözün karşı tarafta bir ağırlığı olduğuna inandığı için güven unsuru olarak kendi şahsiyetini öne süren bir karakteri gösterebilir...

Bunun yanında insanın düşünce sistematiği ve değerleri de bir yazıya yansır. "İnşallah", "Allah izin verirse", "kısmetse", "nasipse" gibi ifadeler bir insanın bir tür kader inancına sahip olduğunu gösterebilir. Bu inancı olmayan birisi ya bu ifadeleri hiç kullanmaz veya kulak alışkanlığından ötürü kullansa bile frekansı diğerlerinden çok daha düşük olur.

Bunun dışında ortalama bir cümlede kullanılan kelime sayısı da insandan insana farklılık gösterir ve o insanın hafıza yapısına veya ifade sistematiğine veya düşünceleri yan yana dizebilme yeteneğine de işaret edebilir. Sıradan bir insan cümle başına 10 kelime kullanırken, usta bir edebiyatçı 25 kelime kullanabilir. Ama bunun tam tersi, derdini anlatama zorluğu çeken sıradan bir insan uzun cümleler kurarken, derdini herkesin rahatça anlaması için kısa cümleler kuran bir edebiyatçı da olabilir. Ama her halükarda bu oran da kişiden kişiye, konudan konuya farklılık gösterir ve ayırt edici bir özellik olarak değerlendirilebilir.

Ayrıca kullanılan kelime türleri ve buna bağlı olarak kelimelerdeki ortalama harf sayısı da kişiden kişiye değişebilir. Bu da Osmanlıca-Öz Türkçe kelime kullanımı farkından, "ile" bağlaçlarını bağlamaktan ve sair sebeplerden olur. Değerlendirilen generaller arasında Başbuğ ortalama 6,80 harf/kelime kullanmışken, Koşaner 7,25 harf/kelime kullanmıştır. Lakin muhtıra metninin kısalığından bu husus değerlendirmemde bir unsur olmayacaktır.

Bunların dışında gramer yapısı da kişiden kişiye farklılık gösterir. Örneğin bağlaçları kullanma frekansı ve kullanılan bağlaçlar gibi. Kimi insan 20 kelimede bir "ve" kullanırken, kimi 15, kimi de 35 kelimede bir kullanabilir. Kimi insan daha çok "ya da" bağlacını, kimisi daha çok "veya" kullanabilir.

Bütün bunları birlikte değerlendirerek, 27 Nisan e-muhtırası metni ile Genelkurmay Sitesinde ve bir miktar sağda solda bulabildiğim General konuşma metinlerini kıyasladım. Lakin muhtıra metni her ne kadar yukarıda saydığım bazı noktalar için ayırt edici uzunlukta olsa da, çoğu istatistiksel frekans analizi için kısa sayılabilir. O yüzden frekans değerlendirmesi kısmı "yüksek bir ihtimal"i göstermekten öteye gidemeyecektir. Bulabildiğim veri kümesini (Veri Kümesi: - 66.000 Kelime Başbuğ, 30.000 kelime Özkök, 21.000 kelime Büyükanıt, 4300 kelime Koşaner ve 4100 kelime Saygun = Toplam 125.000 kelime)  kullanarak yaptığım değerlendirme şu şekildedir:
XXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXXX

DEĞERLENDİRME - KRİTİK CÜMLE:
27 Nisan: 
"Bundan kimsenin şüphesinin olmaması gerekir."
Generaller arasında bu ibareyi kullanan tek kişi Yaşar Büyükanıt'tır ve 28 Ağustos 2006 Genelkurmay Başkanlığı Devir Teslim Töreninde bu cümleyi aynen kullanmıştır.

Başka hiçbir general bu ibareyi bu şekilde kullanmadığı gibi, tüm dünyada bu ifadeyi benzer şekilde kullanan 5-10 kişi dahi yoktur. İnternetteki yaklaşık 20 milyar sayfa içerisinde bu ifadenin geçtiği sayfaların neredeyse tamamı muhtıra metnidir. Bunun dışında (e-muhtıra metni ve o metin kullanılarak yazılan yazılar hariç) benim bulabildiğim sadece 5 istisna var, onlar da şunlar:

1. Yaşar Büyükanıt, 28.08.2006 GKB Devir Teslim Töreni
2. Vecdi Gönül, 20 Kasım 2007, Genel Kurulda
3. Mustafa Sarnıç, Gümülcine Başkonsolosu, İskeçe Türk Gecesi, 17.12.2008
4. ozlemmis rumuzlu bir kullanıcı, tarkan fan sitesi, 27.10.2009
5. yuzyillardir akan cesme rumuzlu bir kullanıcı, eksisozluk, 31.05.2010

Görüldüğü üzere bu ibareyi e-muhtıradan önce kullanan tek kişi de Yaşar Büyükanıt'tır ve diğerleri de bu kadar meşhur olan bir cümlenin bilinç altına etkisi ile aynı ibareyi kullanmış olabilirler.

(Bu arada bu ifadenin daha kısa versiyonu olan "şüphesinin olmaması gerekir" ibaresinin ilginç bir şekilde göçmenlere özgü olduğu görünüyor. Bunun sebebini anlayabilmiş değilim.)

"Şüphe" kelimesinin bu manaya gelen ibarelerdeki ("şüphesiz ki", "hiç şüphe yok ki", "şüphesiz" kullanımları hariç) kullanımı ise son 3 Genelkurmay Başkanında şöyledir:

Büyükanıt: "bundan kimsenin şüphesi olmaması gerekir", "..dan kimsenin şüphesi olmaması gerekir", "hiç kimsenin şüphesi olmasın", "bundan kimsenin şüphesi olmasın", 
Başbuğ: 7 defa "Bundan kimsenin şüphesi olmasın", "Bundan kimsenin en ufak şüphesi olmasın", 2 defa "en ufak bir şüphe yok"
Özkök: "Şüphe duymaya hiç gerek yok ki"

Metinlerden görülebileceği üzere, Başbuğ'un bu noktadaki ifadeleri kesinlik ve kendine güven belirtirken, Büyükanıt'ın ifadeleri bazen kesinlik, bazen de tereddüt içermektedir. Büyükanıt'ın temkinli yapısı ile Başbuğ'un gözüpek yapısı da kıyaslanırsa, bu durumun paşaların karakter yapılarına da uygun olduğu görülebilir.

Bu metodun bir geçerliliği yoktur diyorsanız ve kendiniz test etmek isterseniz; "farklı kelime öbeği kullanabilir", "bırakın dünyadaki tüm sayfaları", "konuşma veya yazma üslubuna" vs. gibi bu sayfada geçen 4'lü kelime öbeklerinden çok standart olmayan belki 50 tanesini, veya 2'li veya 3'lü kelime öbeklerini en az ikişer adet beraber olmak üzere (örn. "yazma üslubu", "kelime öbeği") "girip internette arayınız (ararken kelime dizisini aynen bulmak için tırnak işaretlerini aynen içermeniz gerekir). 20 milyar sayfada bulunan trilyonlarca cümle içinde sadece bu sayfada geçtiklerini de göreceksiniz. Farklı yazılarda geçen benzer kelime öbeklerini arayın. Eğer yazı özgün bir yazı ise, arama sonucunda sadece o yazının çıktığını göreceksiniz.

Dolayısıyla üslup imzası diye birşey vardır ve hele kelime öbeği 3'ü geçtiği zaman parmak izi, ses izi, yüz, iris vs. kadar ayırt edici bir unsur haline gelir.

DEĞERLENDİRME - TALİ İBARELER:
27 Nisan: 
"Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür."
Büyükanıt: "bu örnekleri .... çoğaltmamız mümkündür.", "Bu örnekleri çoğaltmak mümkün.", "örnek vermek istiyorum", "pek çok örnek sayabilirsiniz", "somut örnek vereceğim", "örneklerle doludur", 
Özkök: "En güzel örnektir", "örnek teşkil etmektedir", "örnek vermek gerekirse", "örnekleriyle doludur"
Başbuğ: "örnek vereyim", "örnek teşkil etmektedir", "örnekler vermek gerekirse"...
(Özkök çoğaltmak kelimesinin herhangi bir formunu bile kullanmamış. Başbuğ 2 defa kullanmış.)

27 Nisan: "İbret alınması gereken örnekleri ile doludur"
Büyükanıt: "ibret alınması gereken olaylarla doludur", "ibretle karşılanmaktadır."
Özkök, Başbuğ, Koşaner ve Saygun "ibret" kelimesini bile kullanmamış.

27 Nisan: "Siyasi bir söylem"
Büyükanıt: "Siyasi bir söylem", "demokratik söylem", "ortak söylem"
Başbuğ: "Şöyle bir söylem vardır"

27 Nisan:
"başta laiklik olmak üzere"
Özkök: "Başta laiklik olmak üzere"
Büyükanıt ve Başbuğ bu ibareyi laiklik kelimesi haricinde kelimelerle "başta ... üzere" şeklinde kullanmış.

27 Nisan:
"geniş bir yelpazeyi"
Özkök: 4 defa "geniş bir yelpaze"
Başbuğ: "geniş bir ... yelpazesi", "... yelpazesi çok geniştir", "geniş bir yelpazededir", "geniş bir ... ... yelpazesiyle"
Büyükanıt yelpaze kelimesini kullanmamış.

DEĞERLENDİRME - DİĞER KELİME ve İBARELER
27 Nisan: "aşındırmak", "bitmez tükenmez", "müşahede", "uygun ortam(lar)da"
Kimse kullanmamış.

27 Nisan: "niteliklerin korunması", "vahim", "kamuoyu baskı(lar)ı", "şaşırtıcı", "benzerlik", "anılan".
Sadece Başbuğ kullanmış. Lakin en geniş veri kümesi Başbuğ'un olduğu için ve kelimelerin frekansları da düşük olduğu için çok bir ayırt ediciliği yok.

27 Nisan: "açıkça ortaya", "kesin olarak"
Sadece Büyükanıt kullanmış.

DEĞERLENDİRME - EK:
Cümlelerde geçen ortalama kelime sayısı muhtırada 23. Bu rakam Koşaner'de 19, Özkök'de 18, Saygun'da 17, Büyükanıt'da 15 ve Başbuğ'da 13. Lakin üzerinde çalışılan bir metnin cümleleri uzar.. O yüzden bu da muhtıra için ayırt edici bir özellik olmaz.

Tüm konuşmalar için bağlaç, edat, sıfat ve sair kelimelerde ortak bir iz gözükmekte. Bu da muhtemelen TSK terminolojisi ile ve konuşmaları hazırlayan sekreteryanın aynı cümleleri birden fazla konuşmada klişe olarak kullanması ile alakalıdır...

DEĞERLENDİRME - SONUÇ:
Eğer Abdullah Gül'ün adaylığı açıklandıktan sonraki 2 gün gibi kısa bir süre içerisinde hazırlanan bir muhtıra metninde "üslubun parmak izi olur da buradan muhtırayı kimin yazdığı anlaşılır" kaygısı ile hedef saptırma amaçlı bu kadar kapsamlı bir çalışma yapılmamışsa (ki benden başka kaç tane deli daha bunu düşünür bilmiyorum) vardığım sonuç şudur:

En az 4 farklı ayırt edici ibareyi tek kullanan Yaşar Büyükanıt olduğu için, bu muhtıranın yazımında Yaşar Büyükanıt kesinlikle bulunmuştur. Başbuğ ve/veya Saygun, Iğsız vb. generallerin yardım etmiş olma ihtimali de mevcuttur. Bunun dışında iddia edildiği gibi bir veya birden fazla akademisyenin etkisi veya katkısı olmuş da olabilir. Muhtırayı vermesi için Büyükanıt'a baskı yapmış da olabilirler. Kendisi astlarını toplayıp, fikir teatisinde bulunup, sonrasında beraber oturup yazıya dökmüş de olabilirler. Astları kendi aralarında muhtıra vermeye karar verip bir metin hazırlayarak Büyükanıt'a götürüp sunmuş, Büyükanıt da revize ederek yayınlamış da olabilir.

Ayrıca muhtıra metninin gramer yapısı, bağlaç, edat ve sıfat kullanım frekansları ve sayıları üzerine yaptığım kapsamlı bir çalışma da, muhtıra metninin diğer tüm konuşma metinlerine göre farklılık gösterdiğini ortaya koymaktadır. Bunun yanında bu generallerin günlük kelime haznelerinde bulunmayan bazı kelimelerin varlığı ve üslupsal bazı farklılıklar da bu metnin ya ortaklaşa yazıldığı, ya da Büyükanıt'a dışarıdan birinin de katkıda bulunduğu izlenimini vermektedir.

%99.9 kesin olan şudur: Muhtıra Büyükanıt'ın katkısı olmadan hazırlanmamış ve onun bilgisi haricinde verilmemiştir. %90 da TSK içinden ve/veya dışından yardım almıştır.

(Lakin bu durumu başkalarına aktarması gerektiğinde, "Benim bilgim olmadan yaptılar" diyerek kendini temize çıkarmış olması da ihtimal dahilindedir. Bunların haricinde aynı yılın Şubat Ayında yaptığı bir ABD ziyaretinde iken arkasından Genelkurmay sitesine Putin'in NATO'ya ağır eleştiriler içeren bir yazısının tam metin olarak konması ve Büyükanıt geldikten sonra o yazının yayından kaldırılması gibi bir durum da söz konusudur. Ayrıca e-muhtıra metninin 4 Mayıs'taki Dolmabahçe görüşmesinin hemen ertesi günü "web sitesi yapılandırılması" bahanesi ile yayından kaldırılıp, muhtemelen 3-5 ay sonra geri konmuş olduğu da herkesin malumudur. Ama bütün bunlar muhtıranın Büyükanıt'ın dahli ve haberi olmadan yazıldığını göstermez, zira parmak izi orada durmaktadır.)